1 Nisan 2014 Salı

İstanbul - Marmaris Bisiklet Gezisi / Mayıs 2006 / BG-1


İstanbul – Marmaris Bisiklet Gezisi
24 Mayıs Çarşamba – 31 Mayıs Çarşamba / 2006

Birinci Bölüm 

Önsöz


Bu geziye neden çıktım?
En yalın yanıt: Çok sıkılmıştım.
Bu sıkıntıyı biraz açmak gerekirse: Toplumsal yozlaşmanın her yanı sardığı bir sürecin içinde kendimi hızla tükenen bir tutsak gibi duyumsamaya başlamıştım. Yaşam, olumsuzluk bakımından “tekdüze” bile sayılamazdı. Gün geçtikçe yoksullaşıyorduk...  Her bakımdan...

Bu yolculuğa neden bisikletle çıktım?
İki temel nedenle bisikleti yeğledim. Birincisi, yolculuğu bedensel etkinlikle yapmak içsel gerginliğimi azaltmaya yardımcı olacaktı. İkincisi, görmeyi amaçladığım yerleri özümseyebilmek için en uygun araç bisikletti. Yalnızca görmek için değil, yol alırken bir yandan kuşların, derelerin seslerini dinleyebilmek,  ağaçların,  çiçeklerin,  otların kokusunu duyabilmek için de en uygun taşıt bisikletti. Dahası yerçekimini duyumsamak için de...
Doğayla,  ya da toplumsal çevreyle yakın ilişki kurarak gezmenin en uygun biçimlerinden biri, bence, yürümektir.  Ama amaçladığım geziyi yedi-sekiz günde bitirmem gerekiyordu. Dolayısıyla hız bakımından da bisiklet uygun bir araçtı. Ancak, belirtmek gerekir ki sözünü ettiğim bu uygunluklar görecedir!  Bisiklete binebilen herkes bir gezi tasarlayıp gerçekleştirebilir.  Ama herkes,  yapacağı geziyi,  kendi bedensel gücüne,  yolculuk-yol deneyimine,  teknik bilgi düzeyine göre tasarlamalı;  çok zorunlu olmadıkça (benim yaptığım gibi) tek başına uzun bir yolculuğa asla hazırlıksız çıkmamalıdır.


Teşekkür
16 yıllık bisikletimin onarımını,  bakımını özenle yapan,  uzun yolculukta yararlı olabilecek teknik bilgileri,  önerileri ayrıntılarıyla veren bisikletçi arkadaşım Mehmet Ali Aksoy’a,  donanımla ilgili eksiklerimi tamamlamama yardımcı olan ve beni uğurlarken “Gezini yazacak mısın?” diyerek beni bu yazıyı yazmaya yönelten bisikletçi arkadaşım Gürsel Akay’a,  kuyruklu arkadaşım Lisi’nin bakımı için yardımcı olan kardeşim Tunç Özdil’e,  yol boyunca hemen her gün telefon iletişimi ile beni yolda yalnız bırakmayıp pedala daha güçlü basmamı sağlayan tüm dostlarıma çok teşekkür ederim...


Özhan Özdil
4 Haziran 2006
Kartal



Teknik Bilgi

Bisiklet: Dawes / The Edge (16 yaşında, İngiliz el yapımı), 3X7 dişlili (21 vites), dağ bisikleti.
Bisiklet Donanımı: Yönelteç (gidon) üstünde, dikiz aynası, zil, kilometre göstergesi, ışıklık, elcik uzatmaları, 4,5 kg. yük taşıyabilen ön çanta. Çatı (kadro) üst kirişine takılı küçük çanta, iki suluk, arkada her iki yanda 30 litrelik yüklük. Sele altında kırmızı ışıklık, tekerleklerde kedi gözleri, sele üstünde yumuşatıcı (jel) kılıf, tekerlek çamurlukları, ayaklık, ayaklığı verimli kullanabilmek için elciklere takılı fren kilitleme lastikleri.
Bisikletçi Donanımı: Başlık, güneş gözlüğü, uzun kollu üstlük, kısa tayt, şort, çorap, sert tabanlı bisiklet ayakkabısı, eldiven, küçük sırt çantası.
Araç – Gereç,  Özel Gereksinimler: 2 iç lastik, iç lastik onarım takımı, sıvı deterjan, pompa, 3 dış lastik lövyesi, 23 cm. lik tornavida, alyen takımı, zincir parçası, yağlama fırçası, 4 adet kancalı bağlama lastiği, toz bezi, 1 rulo tuvalet kağıdı, 3 paket ıslak mendil, el temizleme jeli (Pürel) , 1 küçük havlu, banyo kutusu (diş fırçası, diş macunu, tıraş makinası, tıraş kremi, sabun , küçük ayna, cımbız, tırnak makası) , güneş kremi (30), 2 kutu antihidrotik-antiseptik krem (Kursept) , ilkyardım çantası (pamuk, sargı bezi, sargı bandı, batikon, amonyak, Apranax, İncidal), sinek kovucu, çakı, altimetreli saat, pusula, harita, fotoğraf makinası, 3film, fotoğraf makinası ayaklığı, giysi ya da sırt çantasına takılabilen sarı ışık, cep telefonu, telefon yükleme aygıtı, yedek pil, para çantası, kimlik, 2 not defteri, 2 kalem, 2 kitap (ince), yedek giysi ( uzun kollu ve kısa kollu üstlük, yelek, kısa pantolon, uzun pantolon, iç çamaşırı, 2 çift çorap, şapka, kısa tayt, iki mayo, bez terlik) , numaralı 2 gözlük (uzak, yakın) , B vitaminleri, C vitamini, tuz, yedek besin (kuru kayısı, kuru incir, kuru siyah üzüm, fındıklı incir ezmesi, susamlı helva, tarçınlı akide şekeri) , kaşık, armonika.



  İkinci Bölüm 

Günlük


Birinci Gün / 24 Mayıs Çarşamba 06 / Kartal - Yalova - İnegöl




31 Mart 2014 Pazartesi

1998 Yaz Gezisi / AG-1

1998 YAZ GEZİSİ GÜNCESİ

   Güney Özdil    (16)
   Sadık Öztürk  (36)
   Özhan Özdil    (43)

   Yola çıkış:   5 Temmuz Pazar – İstanbul.

   1. Gün:  
   EĞİRDİR.   Akşam 21:00’de vardık.  
   Fulya Pansiyon (Hüseyin).   Yatak kişi başı 1,5 milyon TL. 
   Nefis levrek yemeği (porsiyon 1 mil.).

   2. Gün:
   6 Tem. Pazartesi.  
   Kasnak Meşesi  Orm. Müd. Tabiatı Koruma Alanı.   600 yıllık kasnak meşesi.
   Kovada Gölü.   Bu gölde yüzdüm.   Su güzel.  
   Restoranda yemek,  saat: 16:00,  yayın ve levrek,  salata.
   Yazılı Kanyon – Çandır.  Yüzdük.
   ANTALYA.

   3. Gün:
   7 Tem. Salı.
   Suzuki Servis.   Ön şaft rulmanı bozuk ve ön şaft ağır.   Arazi-şaşi bağlantı cıvatası gevşemiş.   Motor yağı eksilmiş (min.’da)
   Kurşunlu Şelalesi
   Köprülü Kanyon.  Rafting.
   ALANYA (Zambak Pansiyon,  Şirinevler Sok.)

   4. Gün:
   8 Tem. Çarşamba.
   ALANYA.  
   Deniz.   Damlataş Mağarası (Güney).
   Yemek.
   Kale  (Kale’ye giriş 600.000 TL olduğu için girmedik).
   Yamaç kafelerinden birinde portakal suyu ve çay.
   İskele,  çarşı.

   ANAMUR  (21:30)
   Hırvatistan – Fransa Maçı.
   Telefon
   Otel Dedehan

   5. Gün:
   9 Perşembe.
   Mamure Kalesi,
   Silifke (Yapı Kredi 30 mil.)
   Susanoğlu,
   Küpedağ Pansiyon,
   Yaprak Koyu.

  

   6. Gün:
   10 Tem. Cuma.
   Kız Kalesi önünde kahvaltı.
   Adam Kayalar.
   Üç Güzeller (Narlıkuyu).
   Cennet Cehennem.
   Dilek Mağarası.
   Olba (Uzuncaburç).
   Kırobası.
   Mut  (telefon >İst.),  Mut Kalesi,  Laal Camii (1444).

   7. Gün:
   11 Tem. Cumartesi.
   Ermenek.   Çay bahçesinde mola (sa.12:00).
   Marospoli Mağ.  (Belediyeden izin alınıyormuş.  Mağarayı göremedik).
   Taşkent   (Buz gibi sular,   araba banyosu).
   Hadim  (yemek).
   29 km.  Aladağ – Şelale,  Yerköprü Düdeni.
   Belören.
   Bozkır  (1 litre benzin,  yol tarifi)
   Çağlayan,  Dere,  Sorkun,  Kuruçay.
   Akseki – BP (yemek,  mot. yağı)
   MANAVGAT
   Side – (Kemer)  [Gündar Motel]

   8. Gün:
   12 Tem. Pazar
   Side,
   Plaj,
   Öğle yemeği (omlet, ayran, kızarmış patates).
   Işıkları açık bırakmışım akü boşalmış.  Arabayı iterek çalıştırdık.
   Titreyen Göl,
   Manavgat Şelalesi,
   Akşam Fransa – Brezilya şampiyonluk maçı.

   9. Gün:
   13 Tem. Pazartesi.
   Aspendos,
   Antalya çevre yolu ile Kemer,
   OLYMPOS  (Orange Pan.)
   (Arabanın altını vurduk;  taşın yüksekliği bir karış+bir parmak)
   Deniz. 

   10. Gün:
   14 Tem. Salı.
   Olympos (dinlenme,  deniz,  Çıralı’da bakırsı mehtap).

   11. Gün:
   15 Tem. Çarşamba
   Olympos (dinlenme,  deniz).

Olympos’da ayın doğuşunu beklerken

belki yazmanın zamanı  
şiir olmasa da görünürde
ay gizlense de dağın ardına 

durmayı duyumsuyorum 
beklemeksizin o eski coşkunlukları  
yalnızca gezinerek o bildik yıldızlarda

birdenbire Ay  
açıyor bir omzunu güneş yanığı 
beklemeksizin o eski coşkunlukları  

(15.Tem.98  Özdil).

12. Gün:
16 Tem. Perşembe.
Olympos’tan ayrılış,
Adrasan, Finike,
Demre – Myra
(portakal suyu 200.000 TL)
Kaş,  Kemer, Gölhisar,  Acıpayam, 
Denizli (Mantar Restoran)
Karahayıt Pansiyon (Durak)

13. Gün:
17 Tem. Cuma
Pamukkale,  Hierapolis,
Karahayıt,  Akköy,
Sarayköy (yemek)
Buldan,  Kestanelik (Süleymaniye Yaylası, göl ?)
Köprübaşı,  Demirci,  Bigadiç,
BALIKESİR (sa. 23:30)

14. Gün:
18 Tem. Cumartesi
Demirkapı
BURSA,
Gürle  (köfte)
Boyalıköy,  Kızderbent,  Fevziye,  Ahmediye,  İlyas Köy,  Denizçalı,
Topçular  (sa. 20:00)
İSTANBUL.



        

30 Mart 2014 Pazar

SELGE, Altınkaya, Manavgat, Antalya / 18 - 19 Mart 2014 / TBG-1

SELGE: BENZERLERİ İÇİNDE BENZERSİZ

Selge kayalıklarında fotoğrafçının işi biraz zordur... Atılan her adımda görünüm değişir. Kayalar baş döndüren bir çeşitlilikle kuşatır, ortada sıçan oyunu oynarlar sizinle; sanki alay edercesine, attıkları topu tutamayacağınızı bilirlermiş gibi...  Değişimin sürekliliği, hızı soluğunuzu keser. Yine de uygun bir bakış noktası ararsınız istekle... Bulduğunuzu sandığınızda, size göz kırpan bir görünümün çoktan yitip gittiğini görmek çok olasıdır. Şakaklarınızdan ter akarken, sol gözünüz bulanık görmeye başlar... Böyle bir anda yapılacak en iyi şey, belki de, makinayı bir yana bırakıp oturup ağlamaktır bir kayanın dibinde... O tatlı kuş seslerini dinleyerek... Bir keçinin usulca yaklaşıp şaşkın şaşkın size bakmasını bekleyerek... Yorulduğunuzdan, usandığınızdan değil...  Hemen her gün ne aşağılık sorunlara kafa yormak zorunda kaldığınız kafanıza dank ettiğinden...





Bu benim ikinci gelişimdi Selge’ye ve asıl görmek istediğim kayalıklardı. Altınkaya köyüne girmeden önce motosikletimi bir tarla yanında bırakıp doğruca kayalık bölgeye girdim ve fotoğraf çekerek bir keçiyolundan ilerledim. Yolumu önceden kabaca saptamıştım. Tarlaların yakınında yalnızca bir-iki ev vardı. Daha sonra kayalıkların arasında bir kadınla karşılaştım. Sırtında içi su dolu kocaman bir bidon  taşıyordu. Bir de kucaklayarak taşıdığı büyükçe bir su şişesi vardı elinde. Bana doğru yaklaşırken uzaktan bir fotoğrafını çektim. Beni gördüğünde selamlaştık. “Ne diye çekiyorsun ki bu taşları?” diye seslendi. Yanıma yaklaşıp yükünü yere koydu. Bir taşın üstüne oturup soluklandı. “Burası, bu taşlar o kadar güzel, o kadar olağanüstü ki... onun için çekiyorum resimlerini; böyle bir doğayı her yerde bulamam.” deyince şaşkın şaşkın yüzüme bakıp “Ben başka bir yer görmedim ki... Gördüğüm hep bu taşlar...” dedi. Adı Fatma, yaşı 54 idi. Yaşından daha yaşlı gösterdiğini kendisi de biliyordu. Yüküne yardımcı olmak istedimse de kabul etmedi.




Fatma’ya kolaylıklar diledikten sonra belirgin bir keçiyolunu izleyerek yürüyüşümü sürdürdüm. Yürüyüşüm, fotoğraf çalışmam iki saat kadar sürdü. Bu süre içinde kayalıklarda hiç kimseyle karşılaşmadım. Gece uyku tutmamıştı beni; belki de çok erken yola çıkmam gerektiğinden. Motosikletle üç saat süren bir yolculuk yaparak gelmiştim buraya. Hiç dinlenmeden başladığım yürüyüş biraz yormuştu beni. Fatma köyde pansiyon olmadığını söyleyince üzülmüştüm doğrusu. Çok geç kalmadan geri dönmek zorundaydım. Oysa kayaların arasındaki gizemli yollar ve şaşırtıcı görünümler beni durmadan kendine çekiyordu.






Saat çoktan iki olmuştu bile. En geç bir saat içinde motosikleti bıraktığım yere dönmeliydim. Yürüyüşümü zamansızlığın tedirginliği içinde biraz daha sürdürüp dar bir vadiye girdim. Burada kayalıklar daha da yoğunlaşıyordu. İlerleyişimi burada sonlandırmalıydım artık. Geri döndüm. Zaman zaman ana yoldan çıkarak bazı dayanılmaz çekicilikteki alanlara doğru gidip çok ilerlemeden bir iki fotoğraf çekerek geri döndüm. Yol boyunca keçilerle aramda bir yakınlık oluştu. Buranın efendisi onlardı. Hiç yitirmedikleri bir kuşkuyla ama dostça bakıyorlardı bana. Kimi kara, kimi ak, kimisi kızıl, kimi de alacaydı. Fatma köyü görebileceğim bir tepe göstermişti bana. O tepenin önünden geçerken bir an çıkmayı düşündümse de hem yüküm çok ağırdı bu yürüyüş için (motosiklet giysimi, başlığımı da ikinci bir sırt çantası içinde taşımaktaydım) hem de zaman iyice daralmıştı ve yorulmuştum.









Bir-iki evin bulunduğu düzlükten geçiyordum; iki genç kız alçak bir tarla duvarının üstünde oturmuş söyleşiyorlardı. Bana baktıklarını görünce “Merhaba!” dedim. Onlar da beni selamladı. Birden aklıma yine pansiyon konusu geldi. Çünkü bu geceyi burada geçirebilseydim çok iyi olacaktı benim için. Hem dinlenebilecek hem de daha çok yer görebilecektim. Oysa Fatma bana “Köyde pansiyon yok! Bende de yalan yok!” demişti çok kesin ve uyaklı bir biçimde... Umutsuzca da olsa bir kez de kızlara sordum aynı  soruyu... Ama iyi ki de sormuşum: Fatma doğru söylemiş köyde pansiyon yokmuş ama belki köyde beni ağırlayabilecek bir kişi çıkabilirmiş. Kızlara verdikleri bilgi için teşekkür edip sırtımdaki yükün bir bölümünü motosikletin çantalarına yerleştirerek yolculuk hazırlığına başladım. Tam o sırada kızlardan biri (adı İlkay olan) koşarak yanıma geldi. “Size kalacak bir yer bulduk. Emine sizi köyün girişinde, çitlerin önünde bekliyor.” demez mi...  Çok sevindim beklenmedik bir hızla gelen bu iyi habere. “Tamam!” dedim “ama söyleyin kendisine on beş dakikadan önce varamam oraya!”. Yola çıkmak için hazırlığımı bitirmek üzereyken yaşlıca bir adam yaklaştı usulca yanıma. O da aynı keçiler gibi bir kayanın ardından çıkıvermişti ortaya birdenbire. Merhabalaştık, el sıkıştık. Nasırlıydı eli. Kendimi tanıttım. Yöreyi çok sevdiğimi, gezip fotoğraf çektiğimi anlattım.  Gülümseyen yüzüyle beni ilgiyle dinledi. “Bu kayalar daha aşağılarda iyice amansız olur.” dedi eliyle yönü göstererek. Yeniden görüşmeyi diledikten sonra motoru çalıştırıp köye doğru yola çıktım.






Eski adı Zerk olan Altınkaya köyünün girişinde yol ikiye ayrılıyor. Bana sağdan gitmem söylenilmişti. Köy, tarlaların kapladığı bir düzlüğün çevresine yerleşmiş. Böylelikle çok az olan ekilebilir toprak alanı akıllıca bir yerleşmeyle korunabilmiş. Sağdan üç yüz metre kadar gidince Emine’nin evine vardım. Evin çok yakınında yolu kapatan açılır kapanır bir çit vardı. İlkay’ın söz ettiği çit bu olmalıydı; nitekim aynı yerde Emine iki bayan arkadaşıyla birlikte beni beklemekteydi. Yanlarına yaklaşıp motoru durdurdum. Hemen konuya girip bir gece kalmak istediğimi, yemek ya da kahvaltı olmasa da olabileceğini söyleyerek borcumun ne olacağını sordum. Emine “Sen ne verirsen.” dedi. “Olmaz öyle şey! Siz söyleyin ne ödemem gerektiğini; bana uygun olursa kalacağım, uymazsa hemen evime döneceğim.” dedim. Yine aynı yanıtla karşılık verdi Emine: “Sen ne verirsen!” Sonunda kahvaltısız otuz liraya anlaştık. Anlaşma yapılır yapılmaz Emine’nin arkadaşları hemen heybelerinden tahta kaşıklar çıkarıp satın almam için dil dökmeye başladılar... Ben “Evde bir sürü tahta kaşık var üstelik birini de buradan almıştım.” diye direnmeye çalışırken bu ayaküstü pazarına bir de Emine’nin küçücük kızı katıldı, o minik elinde tuttuğu boncuklu bilezikleri gösterek. Genç bayanları kırmamak için her ikisinden de birer kaşık satın aldım sonunda. Biri biraz daha pahalıydı çünkü sapının ucu kuş başı biçiminde yontulmuştu. Küçük kızın bileziklerine yarın bakacağımı ve bir an önce odama yerleşmek istediğimi söyledim Emine’ye. Bana kalacağım odayı gösterdi. Kendi oturduğu evin yanında, içinde kimse yaşamayan, tek katlı bir evin içine girdik. Gösterdiği odanın duvarları, tavanı nemden küf içindeydi. Köşede üst üste konmuş iki kirli yatak, bir başka köşede dertop edilmiş bir eşya yığını ve bir de ahşap bir masa vardı odada. “Ben burayı hemen temizlerim.” dedi. “Bana bir çarşaf, bir yastık, bir de battaniye vereceksin, değil mi? Yoksa donarım bu gece burada” diye sormak ve uyarmak gereğini duydum. Gülümseyerek “Bir yetmez iki tane vereceğim.” dedi. O temizlik işi ile uğraşırken ben bahçede oturup termosumdaki ılık çayla birlikte evden çıkarken hazırladığım sandviçlerden bir tane atıştırarak çabukça karnımı doyurdum. Artık gereksiz yük taşımaktan kurtulduğum için çok sevinçliydim. Hemen fotoğraf makinamı ve ayaklığı alıp evden dışarı çıktım. Açılır kapanır çiti geçip tarlaların arasındaki ince yoldan Selge tiyatrosuna doğru yürümeye başladım... Böylece günün ikinci yarısı başladı ve güneş batana kadar üç saatten az bir zaman vardı.











Selge Tiyatrosu yaklaşık 8500 kişilik bir tiyatro. Selge’nin ayakta kalabilmiş tek yapısı. George E. Bean, ‘Eskiçağda Güney Kıyılar’ adlı kitabında şöyle demiş: “Altınkaya’ya (Zerk’e) gelen gezgin, ören yeri gezisine ister istemez tiyatro ile başlayacaktır.” Ben de bu ikinci gelişimde yine tiyatro ile başladım ören yerini gezmeye. Sırt dayama yeri olan bir izleyici koltuğunda oturup yıkılmış sahnenin ardındaki manzarayı izleyerek, bir sandviç daha yedim, kalan son çayı içerek biraz güç topladım, daha yukarılara tırmanabilmek için. Stoa yıkıntıları arasında dolaşırken yalnızca bir kişiyle karşılaştım: elindeki baltayla tepelere tırmanmış yaşlı bir adam; adı Hüseyin. Söyleştik biraz. Selge’nin eskiçağdaki savunma üstünlüğünü konuştuk. Bana “Şu tepeye çıkmalısın, orayı görmelisin!” dedi. Bazı kişiler vardır, iki sözcükle yüreklendirir sizi,  güç katar yorgun bedeninize. İşte öyle biriydi Hüseyin Bey. Bir fotoğrafını çektim, ona hiç belli etmeden. Belki bir armağanım olur ona, bir daha geldiğimde Selge’ye, yeter ki sağ olsun...









Kilise’nin bulunduğu tepeye çıktığımda güneş batmıştı. Gökyüzünde kalan zayıf bir ışıkla yetinerek tiyatronun ve köyün genel görünümünün bir fotoğrafını çekmeye çalıştım. Bu tepeden Selge’nin ve uzaktaki dağların görünümü çok güzel. Kilise bir bazilika biçiminde. G. Bean kitabında şöyle yazmış bu kilise için: “Bu kilise Selge’nin bayrılık (kıdem) açısından Side’den sonra ama Aspendos’tan önce gelen bir piskoposluk özeği olduğunu anımsatır.” Köye indiğimde hava iyice kararmıştı. Bir paket bisküvi, bir kutu içecek alıp odama döndüm. Makinamın pilini elektriğe bağladım. Pil tam olarak dolana kadar beklerken E. E. Cummings’in şiirlerinden bir derleme kitabını gelişigüzel açıp okumaya başladım: “since feeling is first / who pays any attention / to the syntax of things / will never whooly kiss you;...” Belki şöyle çevrilebilir: “asıl önemli olan duygu ise / kim bakar / seni baştan aşağı öpmeyecek olan /  ince kuralına her şeyin;...” Doğru demiş Cummings. Ben de pil dolar dolmaz yatağıma girdim ve baştan aşağıya küf yağmuruna tutulmak için şapkamı da giydim. Gözlerim kapanıncaya dek 1951 yılında bu köye ilk kez gelip arkeolojik incelemeler yapan George E. Bean’in köylülerin konukseverliği ve yoksunlukları için kitabında yazdıklarını düşündüm yeniden: “...Günümüzde başlıca sorun susuzluktur; hele yağış az ise, gerçekten güçlük çekilir... O nedenle ziyaretçiler köylülere yük olabileceklerdir (gerçi bu, onlara hiçbir zaman hissettirilmez ve konukseverce karşılanırlar), dolayısıyla köyde gecelemeyi tasarlayan bir gezgin yanına erzak almalıdır...”  Ne ince bir düşünüş...






Sabah hiç alışık olmadığım kadar erken uyandım. Ayakyoluna gitmek için bahçeye çıkmam gerekti. Gün daha ağarmamış, parlak bir ay iyice alçalmıştı çevrene. Hava çok güzel, şaşılacak kadar ılımandı. Bu erken uyanışımdan yararlanmak istedim birdenbire. Hemen hazırlanıp çıktım dışarı. Nereye gideceğimi bilmiyordum henüz. Evin önündeki yolun doğuya, aşağıdaki vadiye doğru bir kol verdiğini görünce bu yol üzerinde biraz yürüdüm önce. Kimse yoktu çevrede. Saat altı idi. Öğlene kadar uzun bir zaman vardı önümde. Yolun sağındaki tarlalara gözüm takıldı önce. Kayalıkların arasındaki bu taşlı toprak kimbilir nice emekle bir tarlaya dönüştürülmüştü. Bir fotoğraf çekmek için yolun kıyısında durup ayaklığı açtım. O sırada iki kişinin yürüyerek köyün içinden bana doğru geldiklerini gördüm. Makinamı ayarlayıp onların yaklaşmasını bekledim. Ay hala parlıyordu. Uygun bir zamanda bastım düğmeye. Biri erkek öteki kadındı yoldan geçenlerin. Beni gördüler. Selamlaştık. İkisi de güleç yüzlü, orta yaşı biraz aşmış kişilerdi. Sabahın bu erken saatinde çalışmaya gidiyorlarmış. İyi günler diledik birbirimize. Sonra onlar kısa zamanda gözden yittiler. Ben de aynı yöne gitmeye karar verdim. Güneş daha yükselmediğinden aşağıdaki vadi yarı karanlık görünüyordu. Bu vadi yolunu izleyerek Ayvaini Mahallesi denilen yere kadar gittim. Yola çıktığım evden aşağı yukarı 2,5 km kadar uzaklıktaki mahalle denilen bu yerde yalnızca iki ev var. Ancak, içtenlikle diyebilirim ki adım atabilen herkesin kolaylıkla yürüyebileceği bu yol, şaşırtıcı, büyüleyici, benzersiz bir doğaya götürüyor gezgini.














Bazı duygular vardır, insan nasıl anlatacağını bilemez. Şiir aslında bunun için vardır: anlatılamayanı anlatabilmek için. Şimdi şiir yazacak değilim. Dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım başımdan geçen çok yalın, çok sıradan ama beni çok düşündüren bir olayı: Vadi yolundan fotoğraf çeke çeke Ayvaini mahallesine varmıştım, yürüdüğüm yoldan hiç ayrılmadan. Sağda solda, kayaların izin verdiği bazı yerlerde, yemyeşil küçük düzlükler, bahçeler vardı, çitlerle korunmuş. Güneş yavaş yavaş yükseliyor, kayaların arasındaki aralıklardan süzülüp yemyeşil çimenlerin üzerine altın çizgiler çiziyordu. Değişik kuşların aralıklı olarak nasıl tatlı tatlı öttüklerini anlatamam... O sesleri siz düşleyin.
Birden bir adam çıktı karşıma. Uzunca boylu, orta yaşlı ama iyice yıpranmış, giysileri de iyice eskimiş bir kişi. Elinde kocaman bir yem torbası vardı. Berideki iki evin birinden çıkmış olmalıydı çünkü yol burada bitiyor gibiydi. Beni görünce selam verdi. Ben de durdum, kendimi tanıttım. Hayvanlara yem götürüyormuş. Konuşması çok zor anlaşılıyordu. Ancak, birbirimizden ayrılırken ve ben yakındaki evlere doğru yürümemi sürdürürken son sözü nedenini o an anlayamadığım bir biçimde beni çok şaşırttı birdenbire: “Hayırlı işler!” dedi.  Oysa şöyle demesi de beklenebilirdi: “Kardeşim sen nereye  gidiyorsun böyle! Bu yol şu gördüğün iki eve kadar  gider ve orada biter  ve burası özel arazidir, şu bahçe, şu ev benimdir ve sen kimi arıyorsun? Ne iş yapıyorsun burada?” Demek istediğim şu: o adamın o sözü basma kalıp bir söz değildi: Bambaşka bir anlamı da taşıyordu içinde: Bana duyduğu güveni...












İki evin bulunduğu Ayvaini’nden geri döndüm aynı yolu izleyerek. Vadinin kayalık yamaçlarında, yakından bakıldığında bile seçilemeyen gizli yollardan yukarılara çıkan kişilerin konuşma seslerini duydum yürürken. Böyle gizli bir yoldan yukarı doğru tırmanan bir delikanlı gördüm. Uzaktan birbirimize seslenerek konuştuk. Keçilerin yanına gidiyormuş. Daha sonra bir koyun sürüsüyle karşılaştım; sonra da çobanı gördüm.  Uzaktan birbirimize el sallayarak selamlaştık. Güneş ışığı vadiyi aydınlatmaya  başlamış ve gündelik yaşam artık olağan akışına başlamıştı burada. Vadi yolunda yürürken zaman zaman yolun kıyısındaki bazı taşların üzerinde kırmızı-beyaz boya ile çizilmiş işaretler görüyordum. Bunlar Kate Clow’un “St. Paul Yolu” olarak adlandırdığı uzun yürüyüş yoluna özgü işaretlerdi. Köylüler Kate Clow’u yakından tanıyor ve bakkal dükkanlarında onun yazdığı, Türkiye’deki iki değişik uzun yürüyüş yolunu anlatan iki kitabının satışını da yapıyorlardı.  Kaldığım eve doğru yokuş yukarı tırmanırken yolun kıyısında bir incir fidesi dikmekle uğraşan genç bir adamla karşılaştım. “Kolay gelsin!” dedim. “Sağ olun!” dedi. Biraz soluklanmak için durdum. Havanın güzelliğinden söz ettim ama o “Hiç kar yağmaz oldu köye!” diyerek yakındı.  “Haklısın!” dedim, “Kışlar kışa benzemez oldu.”  Söyleşmeye başladık. Konu köydeki geçim sıkıntısına geldi çok geçmeden. Adı Zafer  olan genç adam köyünün sit alanı olmasından ve bir milli park içinde bulunmasından yakınadurdu. “Burada bir taşı yerinden oynatmamız bile yasak!” diyerek özetliyordu çektikleri sıkıntıyı. Bir bakıma haklıydı da. Çünkü burada yaşayan insanların yaşadıkları yer bir koruma alanı diye sıkıntı çekmeleri değil tam tersine bu durumdan yararlanarak çok daha iyi bir gönenç düzeyinde olmaları gerekirdi. Ona buranın bir koruma alanı, bir ulusal park olmasının hem genel olarak ülkemiz için hem de özel olarak Altınkaya köyü için çok yararlı olduğunu, olması gerektiğini anlattıktan sonra çelişkinin ülkeyi yönetenlerin yanlış yönetim anlayışından kaynaklandığını açıklamaya çalıştım. Dedim ki “Sizler aslında sırtınızda taşıma su değil küfeyle para taşımalıydınız! Ama hak edilmiş bir para... Nasıl mı?: Turizm alanında çalışmalar yaparak, pansiyonculuk, rehberlik, hediyelik eşya üretimi-satımı  ve benzeri işleri yaparak, kısacası bu alanda emek vererek, üreterek ya da hizmet vererek. Ama böyle bir çalışma yalnızca bireysel çabayla değil ancak devlet desteğiyle örgütlü bir biçimde yapılırsa başarılı olabilir . Oysa sizler kimbilir kime oy verdiniz ve kimbilir önümüzdeki seçimlerde kime oy vereceksiniz!  Doğayı, kültür kalıtını korumak nasıl önemli bir görev ise seçilenler için insanların geçim sorunlarını çözmek daha da önemli toplumsal, yönetsel bir görev, bir  sorumluluktur.”dedim  ve hızımı alamayarak sürdürdüm: “Sizler ve benzeri koşullarda yaşayan herkes görkemli bir varsıllığın içinde yoksulluk çekiyor yok yere! Bak şu iki bin yıllık tiyatroya! Bir zamanlar burada ne denli varsıl bir yaşam düzeyi olduğunu nasıl da bağıra bağıra anlatmakta; hala sapasağlam ayakta ve gezginleri dünyanın dört bir yanınndan buraya çağırmakta...”  Genç adam “Haklısınız!” dedi “biz de farkındayız artık bu bozuk düzenin ve gerektiği gibi davranacağız bundan böyle.” İyi günler diledik birbirimize ve ben yürüyüşümü yine tiyatroya doğru sürdürdüm. Dün gece alışveriş yapabileceğim bir bakkal ararken bana yardımcı  olan ve beni bu sabah için çay içmeye davet eden Şeref Bey’in evine vardım doğruca. Ama evde kimse yoktu ne yazık. Evinin bir odasını bakkal dükkanı olarak kullanan komşusu Süleyman çay içmek istediğimi anlayınca hemen yardımcı olmak istedi. Motosikletine binip biraz ilerideki eve gitti ve kısa zamanda dönerek “Siz o eve doğru yürüyün, sizin için hemen çay yapacaklar.” dedi. Süleyman ile önceki gün tiyatroya giderken karşılaşmıştım. Benim bir gazeteci olduğumu sanarak köyün sorunlarını dile getirmek için görüşmek istediğini söylemişti. Uyanık, becerikli ve çalışkan birine benziyordu bu genç adam. Kahvaltı olmayabileceğini düşünerek Süleyman’ın dükkanından iki paket bisküvi alıp söylediği evin bahçesine girdim. Seksen beş yaşındaki Ramazan Bey çardağın altında oturmuş sigarasını tellendiriyordu. “Hoşgeldiniz! Buyrun oturun çay birazdan demlenir.” dedi. O sırada eşi tek katlı evlerinin içinden çıkıp yanıma kadar gelerek “Ada çayı mı olsun, yoksa kara çay mı yapayım?” diye sordu. Ben “Kara çay olsun, size zahmet olacak!” deyince “Zahmet de ne demek! Zaten koymuştum, şimdi demlenir.” dedi ve yine içeri girdi. Ramazan Bey askerliğini İstanbul, Maltepe’de yapmış. İlk kez askerliği sırasında görmüş İstanbul’u ve ondan sonra tüm yaşamı bu köyde geçmiş. “İstanbul’da, Maltepe’de askerlik yaptığınıza göre mutlaka Adalar’ı görmüşsünüzdür, hiç gittiniz mi Adalar’a?” diye sordum. “Ben cahildim, hiç gezmedim.” dedi.  Onun bu kısacık sözü bende bir uzun öykü etkisi yaptı, nedense. Sanırım, ancak uzunca bir zamanda kazanılan bir bilinci de dile getirdiği için bu kısa yanıt. Onun da bir fotoğrafını çektim.
















Altınkaya köyüne gelişimin ikinci günü. Çoktan öğlen oldu. Köyün çevresinde son kez dolaşıp birkaç fotoğraf daha çektikten sonra Emine’ye borcumu ödeyip bana bir konaklama olanağı sağladığı için teşekkür ettim. Ama dostça bir uyarı yapmaktan da geri kalmadım: “Yabancıları ya da normal pansiyon koşullarına alışkın yurttaşları beni ağırladığın gibi bakımsız bir odada ağırlamaya kalkarsan ya hiç kalmazlar ya da bir daha gelmezler!  Bir de şu yaptığınız kaşıkların uygun bir yerine yakma kalemiyle “Selge / Altınkaya” yazsanız çok daha anlamlı olabilir!” dedim. Biraz sıkıldı ama yadsımadı dediklerimi. “Görüşmek üzere!” deyip motosikleti çalıştırdım. Köyden çıkarken yolun kıyısında Emine’nin bayan arkadaşlarından biri, kucağında çocuğuyla, “Yine bekleriz!” diye seslenerek el sallıyordu. Ben de el salladım “Yine geleceğim! Hem de arkadaşlarımla!” diyerek. Kendime manzara izlemeyi yasaklayıp son kerte keskin ve dar dönemeçlerden geçerek Köprülü Çay’ın üzerinde bulunan Roma köprüsüne vardım. Bu kez geldiğim yolu değil çok yakındaki ikinci taş köprünün önünden geçerek ırmağın batısındaki yolu izledim. Batı yolu doğu yoluna kıyasla, sanırım daha çok çay manzaraları sunuyor gezgine. Bu yol neredeyse çayla kol kola gidiyor öteki yolla birleşene kadar. Bir iki yerde dayanamayıp durdum fotoğraf çekmek için yine de.

Gezip görme yalnız beş duyuyu ya da algılamayı değil asıl düşünmeyi, duyumsamayı besliyor. Yaşamın varsıllığını doğrudan görmek insandaki doğal kötülüğü bir utanca çeviriyor... Taşlar, kayalar bile yumuşatmaya yetiyor insanı...









SON

Ö. Özdil / 27.03.14